Belki de hayata kızgınlığıydı alnındaki kırışıklığın nedeni insanın. Kim bilir belki de bir kızın yürek yangınıydı ama nedeni ne olursa olsun oradaydı işte. Doğrular değişmiyordu ve onlar değişmedikçe insanın yüreğini daha da çok yaralıyordu. Soru apaçık ortadaydı ama bu soruyu cevaplamak mümkün görünmüyordu.
Koskoca bir “hiç” olmak mı yoksa her şeyiyle “gerçek” olmak mı?
Bu ikilem insanın ruhunu sıkıyor, onu melankolik bir ayyaş gibi uyuşturuyordu. İnsan, gerçek mi yoksa bir hiç mi olduğunu düşünmeye başladığında dipsiz bir uçurumdan habersizce aşağı atılmış gibi hissediyordu.
“Hiç” demek sona ermeyi ve bitmiş olmayı mı anlatır yoksa asla var olmamış olmayı mı? Bilmiyordu insan bunu. Bilinçaltında en çok “hiç” olmayı çok seviyordu insan. Hem “hiç” hem de “olmak” nasıl olur, bilmiyordu. Hiç olmanın sorumsuz haline çabuk alışıyordu. Sorumluluk almak istemiyordu.
Doğrunun, nesne veya olayın dış dünyaya uygunluğu olduğunu ve gerçeğin de bunun ifadesi olduğunu biliyordu ama “gerçek” olmak istemiyordu. “Gerçek” olmak özgürlüksüz olmaktı ona göre. Bir şeye uygun olmak zorunda olmanın nasıl bir özgürlük olduğunu anlayamıyordu. Şaşıyordu hem “gerçek” hem de “özgür” olana, olduğuna inanana.
Dumanı tüten yüreğindeki talan olmuş yangın yerinde tek şeydi sessizlik. Bir de izbe köşelerde sayıklayan minik bir çocuk vardı. Bu çocuğun suçu neydi? “Gerçek” olmak değil miydi onu, bu talan olmuş yangın yerine mahkûm eden?
Tamam, tamam “gerçek” olmayacaktı da “hiç” olmak çözecek miydi sorunlarını? Hiç olmak demek aslında olmamak demekse yani insanın istediği hiç olma durumu var olmamaksa eğer, bunu istediğinden de tam olarak emin olamıyordu insan. Kararsızdı.
İnsan için bilinmez ya da anlaşılmaz olan bir şey varsa o da ne yaşadığıdır çoğu zaman. Yaşıyor, yaşadığını biliyor ama ne yaşadığını bilmiyor ne yazı ki. O nedenle de anlatamıyor. Hiç ya da gerçek olmak, özgür olmak ya da sorumluluk almak gibi konularda içine sürüklendiği kararsızlık hep bu yüzden. İnsan bilinci vahşi ve el değmemiş bir orman gibi. Ona erişmeyi ve onu kullanmayı bilmeyen için korkunç bir silah belki de. Bilmek ama anlatamamak laneti insan için ezeli ve muhtemelen ebedi bir sorun.
Oysa Orhan Veli birçok kişiden önce anlatmış aslında anlatamamanın acısını. Sözcüklerin çaresizliğini, dilin tükenmişliğini, belki de hiçliğini.
“Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda?
Dokunabilir misiniz gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, kelimelerinse kifayetsiz olduğunu,
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum; her şeyi söylemek mümkün.
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.”
Dizelerin özüne varan insan anlıyordu anlatamamanın acısını ama anlatamıyordu yaşadığını. Anlatamadığı için de bilmiyordu ne yaşadığını. Evet yaşıyordu ama renkleri bilmeyen biri tarif edebilir miydi gökkuşağını? Tarif edemiyordu ne yaşadığını. Anlatamadıklarının acısı, hayatını yalancı bir cennet gibi göstererek korkunç bir cehenneme çeviriyordu. Yazık ki insan yarattığı sahte cennetinde yaşamak zorunda kaldığı cehennemi anlatamıyor ve asla gerçekten mutlu olamıyordu. İşte insanlığın bitmeyen mutsuzluk arsızlığı böyle başladı…
Demet Yener